Bugün elime kalemi alıp hiç düşünmeden ilk çizgiyi çektim, sonra kalem ruhumla birlikte harekete geçip beni bir pervane çizmeye yöneltti, zihnim boş olmasına rağmen ruhum “bana kulak ver” diyordu belli ki..
Pervane diğer adıyla gece kelebeği nerede ışık görürse ona hipnotize olmuş şekilde yönelir ve sessiz sedasız hiç başka yöne sapmadan o ışığın kaynağına karışır.
Ben nostaljik bir dürtüyle sık sık mum yakarım lambaları kapatıp ve onun sarı titreyen ışığını pek bi severim. Müzik dinler, kitap okur ve zaman zaman tavanı izleyerek hayallere dalarım..
Fakat önceleri insanların tek ve zaruri ışık kaynağı mumlar ve kandillerdi. İşte o zamanlar yakılan bir mum olursa bir dost meclisinde, pervaneler doğrudan ona uçar ve önce ince kanatları hemencik bir kıvılcım olur sonrada bedeni ateşte kül olurdu..
Herkes gördü bunu ama pek az kişi üzerine düşünüp söz söyledi..Aklıma hemen bu söz ustalarından ikisi düştü: Mevlana ve Şeyh Sadi-i Şirazi… İki aşık..Nerede ne zaman okuduğumu bilmiyorum ama pervaneyle ilgili sözleri etkilemişti beni bir zamanlar..
Atmışım hafızaya, beyin bedavaysa demek ki..
Şeyh Sadi-i Şirazi’nin “Mumun Pervane ile Konuşması” isimli küçük bir hikayesi vardır mesela. Bulup okursunuz. Aşık olduğu için yanan pervanenin bu acısından mutlu olduğunu böyle bir derdin olmamasının aslında hazin ve üzücü olduğunu söyler bizlere..
“Sevgilisi eliyle öldürülen aşığın mezarına gidip de ağlama, bilakis sevinerek şöyle de: Ne mutlu ona! Sevgilisinin makbulü olduğu için sevgili onu öldürmüştür.”
Ardından Mevlana geldi aklıma. Mevlana’nın bülbülü pek sevmediğini, pervaneyi bülbüle tercih ettiğini hatırladım;”Ey bülbül! Git de aşkı pervaneden öğren. Kendini alevin içine attı, yandı. Sevgilisi uğruna can verdi, sesi çıkmadı” diyordu..Avaze bülbülün güller arasında daldan dala dolaşıp şarkılar söylemesi Mevlana’ya samimi gelmemiş belli ki..
Çünkü ona göre aşık olmayanın ya da aşkın ne demek olduğunu bilmeyenin sağda solda aşığım diye dolaşmaması gerekir ki aşk denen kelimenin manası ve büyüsü bozulmasın;
“Yangın yerine bak!
Ateşten külden, kordan ne var elinde!
Pervane değilsen yaklaşma sakın ateşe!
Can’ı Canan’a teslime hazır değilsen “ben Aşk’ım” deme kimseye.
Aşk gelmesin seninle dile…
İncinmesin ne Mecnun ne Leyla ne gül ne de diken seninle!
Ayağıma diken batacak diyorsan düşme çöle.
Ah-u zar ederim diyorsan çekme gözüne sürme!
Talipsen kara bahta kör talihe…Dinle!
En ufak derdinde cefasında sevgiliden yüz çevirenleri de samimi bulmuyordu Mevlana, aşk sabır demekti..
Ayrıca koca Mevlana işin sırrına ermiş derinin de derinini görmüştü tıpkı için içini gören Yunus gibi;
“Ey aşık, hani özlem çekiyorsun ya sevgiliye!
Bil ki sevgilidendir özlemin özü.
Odur asıl sana özlem duyan.
Çünkü o tutuşturmayınca alevi, kimsede olmaz ateş.
Ve aşk ateşi önce sevilene ondan sonra sevene düşer”
İş başka bir boyuta evriliyor bu sefer..
Pervanenin, aslında herbişeyden habersiz yaşayıp giderken birden çevresinde için için aşk ile yanan, yanarken güzel bir ışık saçan mumu görüp onun yanışındaki büyüye kapılmasının sırrını açıklıyor bize adeta..
Sen benim aşkımla yan ki ben senin alevinde yok olayım..
Neyse sadede geleyim ve bu kadar yazmışken bir sonuca bağlayayım..
Şimdilerde yanacak alev bulamıyor pervaneler, mumlar yok, kandiller yok..
Yapay ışık kaynakları ampuller, florasanlar var..
Yine de uçuyor pervane o ışığı gerçek zannederek ve birden “dan!” diye çarpıyor başını ampulün florasanın cam korumasına, özüne inemiyor..
Onlar ne kendileri yanıyor.. ne de senin yanmana izin veriyorlar..
Çağımızın Pervaneleri kendilerini çarpa çarpa etrafında uçuşuyor o yapay ışık kaynaklarının… ve yüreği ve bedeni ve zamanı bu sahtelikler içinde heba oluyor..
Lambanı kapat, bir mum yak..